-- Diriliş Postası, İnsanlığın Sorunlarıyla Yüzleşebilmek

VETO HAKKI: MAHVOLUŞUN REÇETESİ

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page

Bu yazı, Cevdet Said’in Diriliş Postası gazetesinde 30 Eylül, 07 ve 14 Ekim 2018 tarihli nüshalarında üç bölüm halinde yayımlanan köşe yazılarının birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.

-I-

Yaklaşık yirmi yıl önce Amerika’yı ziyaret etmiştim. (O zaman talep üzerine) Amerikan Hukukçular Dergisi için uzun bir makale yazmıştım.[1] Bu makalede Amerika için ne yazabileceğimi kendi kendime sormuştum… Dünyada 1 numaralı koltukta oturan ve kendisini “Allah’ın Biricik Oğlu” zanneden bu ülke için (ne yazmam gerektiğini düşünmüştüm)…

O uzun makalemde, doğup büyüdüğüm köyümde şahit olduğum bir uygulamayı da anlatmıştım. Köy halkı öteden beri âdet olduğu üzere sürüden bir hayvan eksilince hemen muska yazıp üflerlerdi. Bununla kurtların ağızlarını bağlamayı amaçlıyorlardı. Böylece kurtlar sürüden eksilen kayıp hayvanı parçalayıp yiyemeyeceklerdi…

Bu âdeti anlattıktan sonra şu değerlendirmeyi yapmıştım: “Bu muskanın kurtların ağzını bağlama hususunda bir etkisi var mıydı onu bilmiyorum… Ama babalarımız açlıktan ölmemeleri için sabahleyin kurtların ağzındaki bağı çözüyorlardı. Ama şahsen, 20. yüzyıl entelektüellerinin yazdığı muska, kitap ve makalelerle yaydıkları fikirlerin tüm dünyada insanların ağızlarını sıkıca bağladıklarını çok iyi biliyorum. Hem de o kadar sıkı bağladılar ki hiç kimse ‘veto hakkı’na(!) köklü bir eleştiri yöneltemedi. Beşeriyetin çok küçük bir azınlığının yararlandığı ayrıcalıklardan hiçbirine itiraz edemediler!

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu her yıl toplanır. Yine bu günlerde toplandılar ve bir dizi oturumlar düzenlediler. Bu vesileyle teşkilatın sorunları hakkında yüksek sesli konuşmalar yapıldı. Çatışmalarla başa çıkmada ve dünyadaki problemleri çözmede teşkilatın başarısız olduğu dile getirildi.

Şahsen ben Birleşmiş Milletler teşkilatının ıslah edilmesi ve (kanunun gücünü değil) gücün kanununu esas alan mevcut anlayışın ilga edilmesi için yapılan her türlü çağrıyı takdirle karşılıyorum. Bu meyanda Türkiye Başkanı’nın veto hakkını(!) bütünüyle ilga etme ve sadece beş daimî üyenin çıkarlarını gözeten bir kuruluşa dönüşen teşkilatın yapısını yeniden yapılandırma çağrısını takdir ediyorum.

BM Genel Kurulu’nda Fransa cumhurbaşkanı da uluslararası sistemdeki dengesizliklere değinerek bu dengesizliklerin gerektiği gibi ele alınmadığını ifade etti. Birleşmiş Milletler’in Milletler Cemiyeti’ne dönüştürülebileceğini, zira bozuk yapısıyla acziyetin sembolü haline geldiğini de sözlerine ekledi. Hakikaten Birleşmiş Milletler’in ve Güvenlik Konseyi’nin çaresizliğin sembolleri haline geldikleri ve hiçbir soruna çözüm üretemedikleri, günümüz dünyasında fiilen gördüğümüz aleni bir durumdur.

Bu tür eleştiriler duymak insanlık adına umut verici hayırlı bir gelişmedir. Mevcut duruma yönelik itirazların yükselerek devam etmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bir avuç azınlığın tepe tepe yararlandığı haksız ve sahte imtiyazlarla yüzleşmek için açık ve pratik bir plan yapabilmek maksadıyla itirazların daha da yükselmesi gerekmektedir. Baskı kurmayı alışkanlık haline getirmiş ve dünyayı tahakkümü altına almış olan bu insanlık ayıbından kurtulmak için çalışacak uluslararası bir koalisyon kurulması bu aşamaya ulaşmayı hızlandırabilir.

Veto hakkını ilga etmeye yönelik talepler, insanlar arasında adalet, iyilik ve eşitlik temelinde ilişkiler geliştirmeyi amaçlayan İslamiyet ve Hıristiyanlık değerleriyle de tutarlıdır: Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

“Şurası kesindir ki elçilerimizi açık belgelerle gönderdik; beraberlerinde Kitab’ı ve mîzanı indirdik ki insanlar (adaletli davranarak) her şeyin hakkını versinler. Pek sağlam olan ve insanlara birçok faydası bulunan demiri de Biz indirdik. Bunlar, dinine ve elçilerine kimin içten destek olduğunu Allah’ın bilmesi içindir. Allah güçlüdür, her işin üstesinden gelir.” (Hadid 57:25).

Bu meyanda İncil’de Hz. İsa’nın şöyle dediği yazılıdır: “Nasıl yargılarsanız öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız.” (Matta 7:2).[2]

Giriş cümlelerimi uzattım ve yazımın başlığını taşıyan asıl konuya henüz başlayamadım… ‘Veto hakkı’nın milletlerin mahvoluşuyla ve şirkle (Allah’a ortak koşmakla) alakası nedir? Kanaatimce bu ilişki çok da gizli değildir… Bu konuyu işlemeye devam edeceğiz, inşâAllah.

-II-

İlk bölümde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantılarında konuşulanlardan ve bu meyanda teşkilatın sorunlarını yüksek sesle dile getirenlerden bahsettim. Bu tür eleştirileri duyabilmenin insanlık adına hayırlı bir gelişme olduğunu da belirttim. Ancak özellikle peşpeşe gelen siyasi sorunların üstünü kapatıverdiği bu açıklamalar yeterli değildir. Bu toplantılardan yaklaşık bir hafta sonra, medyanın bize her gün aktardığı binlerce haber karşısında BM teşkilatına yönelik eleştirileri unuttuğumuzu görüyoruz.

Dünya küçük bir köydür. Ancak bu köy pratikte orman kanunuyla yönetilmektedir! Zira bu köyde güçlü olan istediğini yapmakta ve yaptığından hesaba çekilememektedir. Zayıf ise hakkını alamamakta ve hukukun korunmasından da yararlanamamaktadır. Bu gibi pek çok örnek vermek mümkündür…

Bu uluslararası gerçeklik Allah Rasulü’nün şu hadisini hatırlatmaktadır: “Sizden öncekiler şu sebepten dolayı helak olmuşlardır: Aralarında ileri gelen (zengin) kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını uygulamayıp zayıf (ve fakir) kimseler hırsızlık yapınca ceza uygularlardı.”[3] Allah Rasulü bu sözünü kişisel bir görüş olarak ifade etmemiştir. Bilakis tarihe dayanarak (bu çıkarımı yapmış ve) ifade etmiştir. Adeta şöyle demiştir: Tarihin bize söylediği şudur ki; bu şekilde (çifte standartla) davranan toplumlar, kendilerinden öncekilerin helak olması gibi helak olup gideceklerdir.

Ne acı bir vakıadır ki Amerika’nın Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (UCM / ICC: International Criminal Court) -bazı Amerikalıları muhakeme etme konusundaki ısrarı sebebiyle- yaptırım uygulamakla tehdit ettiğini görüyoruz! Keza mahkemenin hâkimlerini de kovuşturmakla tehdit etmiştir! İşte bu şekilde her ihtiyaç duydukça uluslararası meşruiyetin dışına pervasızca çıkabilmektedir. Rusya da ondan farklı değildir, aynı pervasızlık onda da vardır. (Bu iki ülkenin uluslararası hukuku hiçe sayan uygulamalarına) Vietnam, Afganistan, Irak, Nikaragua ve Sudan’da… şimdilerde ise Suriye ve Filistin’de yaşananları örnek verebiliriz.

Bu ülkelerin tasarrufları Firavun düzeninin çağdaş bir kopyasını oluşturmaktadır. Nitekim “firavun” kelimesi bir şahsın adı değildir, bilakis tüm tiranların ortak adıdır. Onun hikâyesi ve sözleri Kur’an’da sıkça tekrarlanmaktadır. Bu durum ise tiranlık probleminin ne kadar önemli bir problem olduğunu göstermektedir:

“Ama o (Firavun), yalana sarıldı ve karşı geldi. Sırt çevirdi ve işe girişti. Herkesi topladı ve haykırdı: “Sizin en yüce sahibiniz benim!” dedi!” (Nâziât 79:21-24). Keza; “Firavun dedi ki: “Size sadece kendi gördüğümü gösteriyorum. Size sadece doğru yolu gösteriyorum!” (Ğâfir (Mümin) 40:29). Keza dedi ki: “Ey devletliler! Sizin benden başka ilahınız olduğunu bilmiyordum!” (Kasas 28:38). Keza dedi ki: “Hele benden başka birini ilah (tanrı) edin, (o vakit) seni zindanda çürütürüm!” (Şu’arâ 26:29). “Benden izinsiz ona inandınız, öyle mi? Demek ki size bu sihri öğreten büyüğünüz oymuş. Öyleyse ben de tereddüt etmeden ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Hangimizin azabının daha ağır/ daha kalıcı olduğunu iyice öğreneceksiniz!” (Tâhâ 20:71). Onlara göre firavunların/ tiranların izni olmadan iman etmek hiç kimse için caiz değildir!

Gerçek şu ki, tarih bize imtiyaz sahiplerinin kendi ayrıcalıklarını gönüllü olarak terk etmediklerini, dolayısıyla bu değişim için insan emeğinin gerekli olduğunu göstermektedir. İşte bundan dolayıdır ki Allah’ın, (nebisi) Musa’ya şöyle emrettiğini görüyoruz: “Firavun’a git! O, haddini aştı. Ona de ki: “Kendini arındırıp geliştirmek hakkındır, değil mi? (Bir Elçi olarak) Sahibine giden yolu sana göstereyim; kendine çeki düzen verirsin.” Arkasından ona en büyük ayeti de gösterdi.” (Nâziât 79:17-20).

İmtiyaz sahipleri problemine ilave olarak insanların yeni fikirleri kolayca kabul etmemeleri ya da alaya almaları ve atalarından tevarüs edegeldikleri alışkanlıklardan hoşnut olmaları da problem oluşturmaktadır: “O (nebi), bütün ilahları (reddedip) bir (tek) ilah olduğunu mu iddia ediyor? Doğrusu, bu çok tuhaf bir şeydir!” (Sâd 28:5). Allah’ın elçilerini alaya almışlardır: “Yazık böyle kullara! Kendilerine bir elçi gelmeyegörsün, hemen (tahfif edip) alaya alırlar!” (Yâsîn 36:30). Keza kınamışlardır: “Biz, yeni itikatların hiçbirinde böyle (bir iddia) duymadık! Bu, (fani bir insanın) uydurmasından başka bir şey değildir!” (Sâd 28:7).  Ya da enbiyayı cinnet geçirmekle suçlamışlardır: “Hep öyle oldu; daha önce de hangi elçi gelse ya ‘büyücü’ ya da ‘cinlerin etkisine girmiş’ dediler.” (Zâriyât 51:52).

Alışkanlığa dönüşen bazı önermeleri eleştiren insanlar da aynı tepkiyle karşılaşır. Mesela veto hakkını(!) eleştirenlere şu minvalde tepkiler verildiğini duymaktayız: “İmkânsız… Bu olgu aslâ değiştirilemez! Alternatifiniz nedir? Bütün ülkelere veto hakkı mı vereceğiz?”

Peki akıllarda kök salmış olan bu imkânsızlık fikrinin sebebi nedir? İnsan hakları ve demokrasi söylemlerini yüksek sesle dillendiren insanların ve ülkelerin çokluğuna rağmen uluslararası düzendeki (BM teşkilatındaki) çarpıklığı eleştirenlerin sayısı neden bu kadar azdır? Veto hakkını reddedenlerin seslerini neden yeterince çok sayıda ve gür şekilde duyamıyoruz?

Bunun cevabını son bölümde vermeye çalışacağım, inşâAllah.

-III-

Veto hakkı, kanunun herkes için geçerli olmaması anlamına gelir. Dünyanın en büyük kanun ve güvenlik kurumundaki (BM) bu çarpıklık demokrasi ve insan hakları söylemine aykırıdır. Bu ırkçı anlayış dünyanın gelişip büyümesine engel olmakta ve dünyadaki büyük küçük tüm tiranlara zulümlerini pervasızca uygulamak için haklılık ve meşruluk gerekçesi sunmaktadır! Böylece birer firavuna dönüşen bu tiranlar -aynen “Ben de yaşatırım, ben de öldürürüm!” (Bakara 2: 258) diyen Nemrut gibi- otoritelerinin sınırsız olduğu zehabına kapılmaktadır!

Önceki iki bölümde bu soruna değinmiş, veto hakkında bazı eleştiriler duymaya başlamış olsak da bunun çok yetersiz olduğunu düşündüğümü belirtmiştim. Peki demokrasi ve insan hakları çağrısı yapanların çokluğuna rağmen veto uygulamasını eleştirenlerin sayısı neden bu kadar az?

İnsanlar yeni fikirleri kolaylıkla kabul etmezler ve herhangi bir değişim projesiyle karşılaştıklarında eleştirmeyi ve reddetmeyi yeğlerler: “Böylesini eski atalarımızdan hiç duymadık!” (Kasas 28:36) derler!

Veto hakkı demokrasi ve insan haklarıyla taban tabana zıt olmasına rağmen, hâlâ uzmanların büyük çoğunluğu bu konuda sessiz kalmaya devam etmektedir. Dahası bu bozuk düzenin altında ezilenler de aynen çoğu düşünür ve filozof gibi duruma sessiz kalarak bu zulmün devam edip gitmesine sebebiyet vermektedir.

İnsanların bu yanlış duruma neden boyun eğdiği, bu zulme niçin sessiz kaldığı ve hangi sebeple bu gidişatı reddetmediği konusunu daha da derinleştirerek ortaya koymaya çalışacağım. Bunun en önemli nedeni akla ve mantığa değil hâlâ (kaba) güce inanmamızdır. Apaçık ortada olduğu üzere hâlâ gücün ve güç sahibinin (doğal olarak) hak sahibi olduğuna inanıyoruz! Bu inanç iliklerimize kadar işlemiş olduğundan bunun gayet doğal olduğu fikrini kanıksamış durumdayız!

Veto hakkını reddeden insanları azlığı, onu elde etmek isteyenlerin çokluğuna işaret etmektedir. Nitekim mustazaf (ezilen gariban) koltuğundan müstekbir (ezen kodaman) koltuğuna geçmek istiyorlar ve bu iki kesime mensup olmaktan başka bir seçeneğin varlığını hesaba bile katmıyorlar. Dolayısıyla amaçları mustazaf-müstekbir düzenini değiştirmek değil bu düzendeki konumlarını değiştirmektir. İşte bu yüzden insanlar uluslararası düzlemde adaletin tesis edilebileceğine inanmıyorlar, dahası bunu zihnimizde tasavvur etmeyi bile imkânsız görüyorlar! Zira insanların aklına adaleti sağlamanın imkânsız olduğu saplantısını yerleştiren mebzul miktarda söylenti, atasözü ve hikâye mevcuttur.

Veto hakkının insan hakları devrimi için bir dezavantaj oluşturduğunu ve demokrasiler için bir gerileme sebebi olduğunu düşünüyorum. Eğer dünya veto sistemini sürdürmeye, adaleti ve eşitliği yaygınlaştırmakta yaya kalmaya devam edecek olursa dünyanın düzeni büsbütün bozulacaktır!

“Ey insanlar! Bu azgınlığın zararını asıl siz görürsünüz!” (Yunus 10:23). Yani, insanlara uygulayageldiğiniz zulümler öncelikle kendinize reva gördüğünüz zulümler demektir. Zira bu zulümlerin sonuçları kesinlikle sizin aleyhinize olacaktır, asla lehinize olmayacaktır

Akıllı insan başkalarının derslerinden ibret alandır. Tarih bizi adaletsizlik ve tahakküm tehlikesi konusunda uyaran ibretlerle doludur… Çok açık bir sınavla karşı karşıyayız: Ya tarihten ders alırız ya da tarih bizim yok oluşumuzu kaydeder:

“Zulüm (yanlış) yaptıkları için helak ettiğimiz (etkisiz bıraktığımız) o kentler… Onlar için helak ile tehdit edildikleri bir gün belirlemiştik!” (Kehf 18:59).

Hâlâ söylenecek söz var (her şey bitmiş, iş işten geçmiş değildir). Gençler problemleri çözmenin yollarını aramalı ve öğrenmelidir. Tüm insanlığa yardımcı olmak, kendini yeniden üreterek sürüp giden zulüm darboğazından çıkmak ve ezen-ezilen ikileminden kurtulmak için adaleti savunan bütün insanlar işbirliği yapmalıdır.

Çeviri: Fethi Güngör

———————–

[1] Cevdet Said’in atıf yaptığı bu çalışması; Amerika’da Virginia eyaletinde tanıştığı Richmont Üniversitesi öğretim üyesi hukuk felsefesi hocası Prof. Dr. Azîze el-Hibrî’nin, özel sayı editörlüğünü üstlendiği Low and Religion dergisinde “İslâm’da dinî ve hukuki meseleler” hakkında bir makale yazmasını talep etmesi üzerine 10 Ocak 1997’de Montreal’de tamamlayıp dergiye teslim ettiği uzun makalesidir. Arap dilinde kaleme alınan ve daha sonra “ed-Dînu we’l-Qânûn” adıyla müstakil kitap halinde basılan (Dâru’l-Fikr, Şam 1998), “Low and Religion” başlığıyla İngilizceye çevrilerek adı geçen dergide yayımlanan bu çalışma “Din ve Hukuk” adıyla Pınar Yayınları tarafından Türkçeye çevrilerek yayımlanmıştır (İstanbul 2003, 176 s.).

[2] İncil’in Türkçe Yeni Çevirisi’nde yedinci bapta “Başkasını Yargılamayın” başlıklı pasajda Hz. İsa’nın şu mesajı yer almaktadır:

“1 Başkasını yargılamayın ki, siz de yargılanmayasınız.

2 Çünkü nasıl yargılarsanız öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız.

3 Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği farketmezsin?

4 Kendi gözünde mertek varken kardeşine nasıl, ‘İzin ver, gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin?

5 Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.

6 “Kutsal olanı köpeklere vermeyin. İncilerinizi domuzların önüne atmayın. Yoksa bunları ayaklarıyla çiğnedikten sonra dönüp sizi parçalayabilirler.” (https://incil.info/kitap/mat/7, 01.10.2018). (Çeviren).

[3] Hz. Âişe validemizden nakledilen hadisin tamamı şöyledir: “(Kureyş kabilesinden bir grup insan, hırsızlık yapan Fatıma adlı bir kadını affetmesi için aracı olduklarında… Resûlullah (sav) ayağa kalkarak hutbe okudu ve Allah’a gerektiği gibi sena ettikten sonra şöyle buyurdu: “Sizden önceki insanların helak olmalarının sebebi, aralarında ileri gelen (zengin) kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını vermeyip zayıf (ve fakir) kimseler hırsızlık yapınca ceza uygulamalarıdır. Bu canı bu tende tutan (Allah)a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsa, onun da elini keserdim!” (Müslim 4411, Hudûd 9)”. Hadislerle İslam, Diyanet İşleri Başkanlığı, 1. Baskı, 7 cilt, DİB. Yayınları, Ankara 2014, 3/536-537. http://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/, 10.06.2017. (Çeviren).

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page
GELECEĞİN TÜRKİYE’Sİ İÇİN EĞİTİMİ BUGÜNDEN PLANLAMAK
HAYATA İMAN İLE ANLAM KAZANDIRMAK

Yorum yap

Yorum