-- Diriliş Postası, Mütefekkir Ulemâdan İstifade Edebilmek

DÜŞMANI SAMİMİ BİR DOSTA NASIL DÖNÜŞTÜREBİLİRİZ?*

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page

CEVDET SAİD

“İyilikle kötülük aslâ bir olmaz; (o halde) sen kötülüğü iyilikle karşıla (ve güzellikle savuştur). O zaman aranda düşmanlık olan kişinin can dostun gibi olduğunu görürsün.” (Fussilet 41:34).

Düşmanlığı dostluğa çeviren şey… Düşmanı samimi bir dosta dönüştüren şey… İşte o, kötülüğe iyilikle karşılık vermektir. Ancak, insan iyiliği kötülükle savuşturmaya ne vakit muvaffak olabilir? Bunun bir şartı olsa gerektir. İşte bu şart; yükselmektir, yücelmektir, fikrî bir kapasiteye sahip olabilmektir.

Bu konuyu açıklığa kavuşturabilmek için hayatımızdan, çok yakınımızdan bir örnek vereceğim. İnsanlar çocukların saldırganlığını ve ezalarını iyilikle savuşturabilmektedir. Kucağında taşıdığın küçük bir çocuk yüzünü yırtabilir. Ama onun bu davranışı senin düşmanlığına, nefretine ve aynı şekilde tepki vermene yol açmaz. Yaramazlık yapan çocuğa düşman muamelesi yapmanın yanlış bir davranış olduğunu idrak ediyorsan, bu örneğin daha üst bir mertebeye taşınabileceğini de idrak edebilirsin. Senin anlayışın başkalarına göre daha yüksek olursa, onların düşmanlıklarını aynen çocuktan daha yüksek bir mertebede olan biri olarak onun yaramazlığını şaka, neşe, şefkat ve merhamet ile karşılayan müşfik bir baba ve sevgi dolu bir eğitimci gibi karşılayabilirsin. İşte bu şekilde ilim ve anlayış sayesinde yükselerek; filozoflara, koca koca din, devlet ve siyaset adamlarına, bir babanın yaramaz çocuğuna baktığı gibi bakmaya başlayabilirsin.

Politikacıların, din adamlarının ve filozofların birbirlerini tekfir etmesi, birbirlerini ihanet ve uşaklıkla suçlaması, aynen çocukların yaramazlıkları gibidir. Bu böyle sürüp gittiği müddetçe rüşd (dürüstlük ve olgunluk) ortaya çıkmaz, yasayı keşfedecek kimse bulunmaz, güneşin üzerine doğduğu hiç kimse işlerin iç yüzünü görmez; her tarafa koyu karanlık yayılır!

Ancak insan en iyi olan karşılığı verebildiği zaman; filozofların, sufilerin ve büyük politikacıların yükselemediği mucizevi bir şeye ulaşmış olur: Bu, meleklerin ‘insanın yaratılış projesi’ne itiraz ettikleri zaman bilmedikleri ilimdir. Bu ilim insana dair olup onun yasaları, yaratılış ve ahlak sistemiyle ilgili ilimdir.

Bu ilim, Allah Teâlâ’nın şu âyette söz konusu ettiği ilimdir:

“Şurası kesindir ki, Ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.” (Bakara 2:30).[1] Bu ilim, yolsuzluk yapmayı ve kan dökmeyi ortadan kaldırma ilmidir. Bu ilim henüz yaygınlaşmamış yüksek bir ilimdir.

Askerî alanda yatay görüş kudretiyle tespit edilemeyen ölü açılardan bahsedilir. Ancak uçaklar ve uydularla desteklenen görüntüleme teknolojisi sayesinde bu ölü açılar ortadan kaldırılmıştır. Çünkü görüş açısı yatay düzlemden değil dikey ve yüksek bir yerden, tepeden başlayarak oluşmaktadır.

Ne kadar büyük, saygın ve itibarlı olurlarsa olsunlar gafillerin gafleti ve yanlış yapanların hatası yüzünden sen yolunu şaşırmamalısın. Zira sen, engeli aşabilecek ve ilim mertebesine yükselebilecek, böylece herkese değer katabilecek muazzam bir öz taşıyorsun. Bilgiyi talep eder ve dersini alırsan, evrenin yasasına uygun davranırsan işte o zaman evren bilâbedel senin emrine girer. Evren senin emrine girmişse bil ki sen onun yasasına uygun davrandığın içindir.

En iyi şekilde karşılık vermeyi mümkün kılan, ilimde yükselmektir. En iyi karşılığı verebilmek aynı zamanda bir eğitim sürecidir. ‘En güzel karşılığı verme’ yasasıyla hareket eden birini görürsen bil ki onun ilmî mertebesi çok yüksektir. İlmi (bilimi, bilgiyi) talep edin. Allah’ın kâinatı emrine verdiği kullarından olmak istersen ilmin nağme gibi lezzetini tatmalısın. Allah’ın yasasını kavrarsan, Allah ile tanışmış olursun.

Zihnimizdeki hayalî Allah inancından yasalarını öğrenmek suretiyle tanış olduğun Allah inancına intikal etmek, iman ile küfür arasındaki fark kadar önemli ve büyüktür.

*******

Önceki bölümde, iyilik yoluyla düşmanlığı sevgiye dönüştürmenin fikrî kapasiteye sahip olma kudretine muhtaç olduğunu, insana ‘en iyi şekilde karşılık verme’ yetisini kazandıran şeyin ise ilimde yükselmek olduğunu belirtmiştim.

İncil’de yazdığına göre İsa aleyhisselam Dağ Vaazı’nda havarilerine şöyle demişti: “Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenler için iyilik dileyin.”[2] Bu söz şu âyet-i kerimeyi hatırlatmaktadır:

“Sen (sana yapılan) kötülüğü en güzel biçimde sav. Onların Bize neler yakıştırdıklarını iyi biliriz.” (Müminûn 23:96).

Birçok insan bu vaazları mantıksız saymakta ve günümüzde bu tür vaaz ve ideallerle işlerin yoluna konulamayacağını düşünmektedir! Muhtemelen bütün kavimlerin, elçileri ‘deli’ olarak tanımlamalarının sebebi de budur: “Hep öyle oldu; daha önce de hangi elçi gelse, ya ‘büyücü’ ya da ‘cinlerin etkisine girmiş’ dediler!” (Zariyat 51:52). Çünkü kendi tasavvurlarınca bu elçiler insanlardan akıl dışı şeyler istiyorlardı.

Günümüzde insanların çoğunluğu, kötü kişiye ihsan/iyilik ile karşılık vermenin onun kibrini, azgınlığını ve kötülüğünü artıracağını düşünmektedir. Ancak namazda; “İdfa’ billetî hiye ahsen; kötülüğü iyilikle karşıla.” yerine “Lâ tedfa’ billetî hiye ahsen; kötülüğü iyilikle karşılama!” diye okumaya kalksan cemaat seni anında düzeltir ve; “Hayır! Âyet öyle değil! Yanlış okudun!” derler. Durum böyle olmasına rağmen, bu âyeti bilmelerine, hattâ ezbere okumalarına rağmen, kalplerinde yer eden düşünce; ‘en iyi şekilde karşılık verme’nin akıl ve mantık dışı bir seçenek olduğu yönündedir.

Peki ihsanı/iyiliği nasıl anlamalıyız? İyiliğin akıl ve mantığa aykırı olmadığını nasıl kavrayabiliriz? İyilik yönteminin hayattaki en münasip ve en doğru davranış şekli olduğu bilgisine nasıl yükselebiliriz?

Sözün burasında, âfâk ayetlerinin (dış dünya kanunlarının), gezegenler arasındaki çekme ve itme prensibi gibi maddenin kanunlarına tâbi olduğunu, hayat kanunlarının ise genetik miras tarafından yönetildiğini ifade edebilirim.

Ancak maddenin kanunlarıyla hayatın kanunları farklıdır. Hattâ bu ikisi bazen çelişir. Maddenin kanunu adalet ve eşitliktir. Mesela enerji yok olmadığı gibi yoktan da var olmaz. Oysa hayatın kanunu iyilik ilkesine dayalı olarak artmaya ve yükselmeye elverişlidir:

“Mallarını Allah yolunda infak edenler, toprağa bir buğday tohumu ekmiş gibi olurlar. O tohum yedi başak bitirir. Her başağında yüz dane olur…” (Bakara 2:261).

Yaşadığım köyde[3], yıllar önce birisi benim bu söylediklerimi duymuş. Kendisiyle sürekli aykırı düştükleri ve tartıştıkları bir komşusu vardı. O akşam yine evinin önünden geçerken komşusu ona yine hakaret edip sövmüş. Arkadaşımız ona hiç cevap vermemiş. Bu sefer daha ağır hakaretlerde bulunmuş, ama arkadaşımız hiç karşılık vermemiş ve sabretmiş. Adam savuşup evine gitmiş… Şaşılacak netice sabahın erken saatinde ortaya çıkmış. Kötü davranışlı komşusu sabah ezanıyla birlikte kapısını çalmış ve demiş ki: “Dün akşam sana o kadar sövüp saydım, hakaretler yağdırdım… Bütün gece uyku tutmadı, ‘Bu adam bana niye karşılık vermedi acaba?’ diye düşünüp durdum. Onca küfür ve hakaretlerime neden cevap vermedin?”

Bu olayda (iyilik yönteminde) sonucun çok hızlı ortaya çıktığı görülmektedir. Ancak Allah Teâlâ (kötülüğü iyilikle savuşturmamızı emreden) âyetinin devamında şu müjdeyi de haber vermektedir: “Bu davranışı ancak sabırlı olanlar gösterebilirler.” (Fussilet 41:35). Nitekim iyilik yönteminin güzel sonucu bazen gecikmeli gelebilir. Bu da sabretmeyi gerektirir. Keza âyetin devamında şu ibare yer almaktadır: “Bu seviyeye ancak hayırda büyük pay sahibi olanlar ulaşabilirler.” (Fussilet 41:35). Bu âyet-i kerimede; ihsan/iyilik yönteminin beklediğimiz neticeyi vermesi için ihtiyaç duyulan yücelik, yükseklik ve hikmete/bilgeliğe işaret edilmektedir. Bu şartları yerine getirirsek sonuçların beklediğimizden daha seri ve daha fazla olduğunu da göreceğiz:

“Tercihini doğru yapana Allah, kat kat fazlasını verir. Allah’ın imkânları geniştir, O her şeyi bilendir.” (Bakara 2:261).

*******

Önceki iki bölümde, “İyilikle kötülük aslâ bir olmaz; (o halde) sen kötülüğü iyilikle karşıla (ve güzellikle savuştur). O zaman aranda düşmanlık olan kişinin can dostun gibi olduğunu görürsün.” (Fussilet 41:34) ayeti çerçevesinde ihsanı/iyiliği nasıl anladığımı açıklamıştım. Bu hafta da aynı konuyu incelemeye devam etmek istiyorum.

(1960’lı yıllardan bu yana) “Bireyin ve Toplumun Değişim Yasalarını Araştırma” üst başlığı altında bir dizi kitap yazdım ve her kitabın başlığını da çoğunlukla bir Kur’an ayetinden iktibas ederek ya da vahiyden esinlenerek belirledim.

İdfa’ billetî hiye ahsen: kötülüğü iyilikle karşıla” âyeti çerçevesinde modern sosyoloji ve psikoloji bilimleri alanında uzun araştırmalar yapılmalı ve bu araştırmaların sonuçları okullarda ders olarak okutulmalı, bu sonuçlara ilişkin çalıştaylar ve uygulamalı eğitimler yapılmalı, öykü yazıları yazılmalı, diziler ve filmler çekilmeli, benzer etkinliklerle bu yasanın anlaşılması sağlanmalıdır.

Esasen bireyin ve toplumun değişim yasalarını ortaya koymak, okullarda ve üniversitelerde büyük bir ihtimamla ilgi gösterdiğimiz doğanın ve maddenin yasalarını ortaya çıkarmaktan çok daha önemlidir. Zira doğaya ve maddeye boyun eğdiren yasayı keşfetmenin kıymeti, insanın doğru yönlendirilmesine bağlıdır.

İhsan/iyilik modelinin uygulanması özel durumlar gerektirmez. Kötü ile iyi aslâ eşit olmaz. Âyet, kötülükten kaçınmamızı ve kötülüğe en iyi seçenekle karşılık vermemizi emretmektedir. Bu davranış modeli evde, iş yerinde, kamu sektöründe ve siyaset alanında rahatlıkla uygulanabilir. Âyet, bu davranış modelinin sonuçta düşmanı bile yakın bir dosta dönüştürme garantisi vermektedir.

Hudeybiye barış antlaşmasında, Rasulullah (s), antlaşmayı ihsan/iyilik modeline uygun olarak düzenlemişti. Bu antlaşmaya göre Müslümanlar, Kureyş’ten kaçarak kendilerine sığınan Müslümanları iade edeceklerdi.

Elbette bazı yasaları keşfetmek ve nasıl çalıştığını anlamak, hele de bunları başkalarına anlatmak zordur. Çünkü dünya genelinde içinde yaşadığımız toplum bize ihsan/iyilik modelinin mantıksız olduğunu fısıldamaktadır. O kadar ki, Ömer bin Hattab bile antlaşmanın bu fıkrasına şiddetle itiraz etmiş ve şöyle demişti: “Ne karşılığında dinimizden taviz veriyoruz (ve bu zilleti kabulleniyoruz)?” Ancak daha sonra gelişen olaylar, bu maddenin Müslümanların çıkarına nasıl hizmet ettiğini göstermiştir. O kadar ki, Kureyş, (ısrarla antlaşmaya koyduğu) bu maddenin lağvedilmesini bizzat kendisi talep etmiştir.

Değişimin yasaları hakkında yazılar yazdım. Ancak bu yasaları gerektiği şekilde keşfettiğimi ve yeterince açık şekilde izah edebildiğimi zannetmiyorum. Benim ısrarla yapmak istediğim şey, bu tür yasaların varlığını, bunları açığa çıkarma ve insanlığın emrine sunma ihtiyacını vurgulamaktır. İnsanın da dahil olduğu bütün evrenin bizim emrimize sunulduğunu idrak ettiğimizde, kalplerimizde insanlara ilişkin hiçbir kin ve garez kalmayacaktır.[4] Bizler hatalarımızın karşılığında cezalandırıldığımızda kâinatın ve maddenin yasasına kin ve düşmanlık beslemeyiz. Zira onlardan bir zarar görmüşsek, yasaya aykırı davranarak yanlış yapan biz olmuşuzdur. İşte aynı şekilde insan davranışının da yasaları vardır (ve bu yasalara uygun davranmamız gerekmektedir).

Nasıl ki kuru bir tahta elektrik akımını iletmezse ve bu bir yasa ise aynı şekilde insanın da toplumun da kendine has yasaları vardır. İncil’de bu konuya ışık tutabilecek bir pasaj bulunmaktadır. Hz. İsa’ya; “Kardeşim bana kaç kere yanlış yaptığında bağışlamalıyım? Mesela yedi kez yanlış yapsa da bağışlamalı mıyım?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Sana yedi kez demiyorum, bilakis yetmiş kere yedi kez hata yapsa yine bağışlamalısın.”[5] Bu cevap, esasında affetmenin dışında (kesin) bir yol olmadığını gösteren başka bir göstergedir. Dolayısıyla, kötülüğe en iyi seçenekle karşılık vermek her zaman geçerli bir yasadır.

Kötülüğe en iyi şekilde karşılık vermek”, karşıdakini 180 derecelik bir dönüşüme uğratan bir değişim ve boyun eğdirme yasasıdır. Ancak bu yasanın işlemesi ve sonuç vermesi için öncelikle kendimizin diğerine karşı davranışlarımızda 180 derecelik bir değişim gerçekleştirmemiz gerekir. Bu da, alışılmışın dışında bir nefes alma tekniği geliştirmemizi gerektiriyor. İlk bakışta, bu yeni nefes alış ve yeni hayat tarzını bizi boğacakmış gibi hissetmemiz de doğaldır…

Çeviri: Fethi Güngör

———————–

* Bu yazı, Cevdet Said’in Diriliş Postası gazetesinde 15, 22 ve 29 Temmuz 2018 tarihli nüshalarında üç bölüm halinde yayımlanan köşe yazılarının birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. (Çeviren).

[1] Müellifin son kısmını iktibasla yetindiği âyetin tamamı mealen şöyle çevrilebilir: “Hani, senin Rabbin meleklere; “Ben yeryüzünde bir halife atamaktayım.” dediği zaman şöyle sormuşlardı: “Yeryüzüne fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni övgü ile tesbih ve takdis edip dururken?” (Allah şöyle) cevap verdi: “Şurası kesindir ki, Ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.” (Bakara 2:30).

[2] Mütercimin notu: Hz. İsa’nın meşhur Dağ Vaazı’nda düşmanlara nasıl davranılması gerektiğini açıklayan kısım yeni Luka çevirisinde (2009) şu şekilde yapılmıştır: “27-28 Ama beni dinleyen sizlere şunu söylüyorum: Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenler için iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin. 29 Bir yanağınıza vurana öbür yanağınızı da çevirin. Abanızı alandan mintanınızı da esirgemeyin. 30 Sizden bir şey dileyen herkese verin, malınızı alandan onu geri istemeyin. 31 İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. 32 “Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile kendilerini sevenleri sever. 33 Size iyilik yapanlara iyilik yaparsanız, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile böyle yapar. 34 Geri alacağınızı umduğunuz kişilere ödünç verirseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile verdiklerini geri almak koşuluyla günahkârlara ödünç verirler. 35 Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin. Alacağınız ödül büyük olacak, Yüceler Yücesi’nin oğulları olacaksınız. Çünkü O, nankör ve kötü kişilere karşı iyi yüreklidir. 36 Babanız merhametli olduğu gibi, siz de merhametli olun.” (Luka 6:27-36). (https://incil.info/kitap/luk/6).

[3] 1931’de Suriye’nin Kuneytıra bölgesinde, Golan (Cûlân) tepesinin eteğinde yer alan Bi’ruacem köyünde doğan Cevdet Said, baba Eset döneminde ve öncesinde ayrı zamanlarda on kez tutuklanmış, toplam yedi sene hapis yatmış, sonunda öğretmenlik görevinden uzaklaştırılmıştır. Bunun üzerine köyüne dönerek çiftçilik yapmaya başlayan üstat, -Suriye’de devam eden savaş sebebiyle köyünü ve ülkesini terk etmek zorunda kalana kadar- kendisi gibi Ezher mezunun kardeşiyle birlikte süt inekçiliği ve arıcılık yapmıştır. 2011 sonunda köylerinin oğul Eset rejimi tarafından bombalanarak evlerinin tahrip edilmesi sebebiyle ailece Türkiye’ye hicret etmiş olup yedi yıldır İstanbul’un Beykoz ilçesine bağlı bir köyde yaşamaktadır.

[4] Müellifin sözü şu âyeti hatırlatmaktadır: “Sonradan gelecek olanlar şöyle derler: Sahibimiz (Rabbimiz)! Bizi ve bizden önce inanıp güvenmiş olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı bir kin oluşturma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen çok şefkatlisin ve ikramın boldur.” (Haşr 59:10). (Çeviren).

[5] Pasajın tamamı için İncil’in Türkçe yeni çevirisine bakılabilir: Matta 18/22, incil.info. (Çeviren).

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page
UHİM’İN HAK İHLALİ RAPORLARININ TAKİPÇİSİ OLMAK
AVRUPA’DA SURİYELİ ÇOCUKLARIN MARUZ KALDIĞI İHLALLERE MÂNİ OLABİLMEK

Yorum yap

Yorum